Gülen Yüzler Görmek İstiyorum

Sabahın erken saatleri… Şehrin üstüne gri bir yorgunluk çökmüş. Sokak lambaları henüz sönmemiş ama yüzler çoktan kararmış. Bir yanda pazara elinde boş fileyle giden emekli, öbür yanda lüks aracının bagajına kasa kasa alışveriş yükleyen biri..

Aynı şehirde, iki ayrı dünya!

Otobüs durağında bekleyenlerin gözleri yolda değil, düşüncelerde…
Minibüs şoförü sinirli, market kasiyeri yorgun, manav siftahsız.
Sanki herkesin kalbine görünmeyen bir ağırlık çökmüş gibi.
Kimse kimseye bakmıyor, kimse kimseyi duymuyor.

Ben artık gülen yüzler görmek istiyorum!
Bir çocuğun elindeki balonla sevinmesini, yaşlı bir teyzenin pazardan dönerken “bugün ucuzdu” demesini, gençlerin kahkahalarını duymayı özledim.
Ama olmuyor arkadaş…
Kimsenin yüzü gülmüyor artık. Herkes geleceğinden umutsuz, yarından kaygılı.
Gözlerde umut değil, endişe var.

Sokaklarda bir sessizlik kol geziyor — ama bu sessizlik huzurun değil, çığlıkların bastırılmış hâli.
Bir emekli yanımdan geçiyor, elinde reçete, cebinde para yok.
Bir öğrenci otobüse binemiyor, kartında bakiye yok.
Bir işçi simit alıyor, çay içmeye çekiniyor.
İşte bu şehrin özeti bu kankim: yaşam var ama yaşamak yok!

Biz hâlâ yazıyoruz, konuşuyoruz, direniyoruz.
Çünkü bir gün, bu ülkenin sokaklarında yine gülen yüzler olacak.
Ve o gün geldiğinde, kalemler susacak — vicdanlar huzur bulacak.

 

Kader Utansın

Kimi sabah ekmek kuyruğunda, kimi hastane sırasındayken başını yere eğiyor.
Utanmıyor, yoruluyor…
Bir zamanlar bu ülkeyi omzunda taşımış insanlar şimdi geçim derdinin altında eziliyor.

Bir emekli anlatıyor bana:

“Eskiden pazara çıkardım, çocuklara meyve alırdım. Şimdi torunum portakal istiyor, kiloyla değil, taneyle alıyorum.”

Bir diğeri fısıldıyor:

“Bazen evde ışıkları erken kapatıyoruz, elektrik az yansın diye.”

Bu insanlar mı enflasyonun sebebi?
Bu insanlar mı ülkeye yük?
Yoksa vicdanını kaybetmiş bir sistem mi bu hâlin gerçek faili?

Arkadaş, her köşe başında aynı tablo:
Bir yüz asık, bir omuz düşük, bir umut eksik…
Sanki şehir değil, koca bir hüzün orkestrası çalıyor her gün.
Herkesin yüreğinde aynı melodi: “Nereye gidiyoruz?”

Ve sonra biri çıkıyor, sanki teselli verir gibi diyor:

“Kader işte…”

Ama ben diyorum ki:
Kader değil dostum, kaderi yazan eller utansın!

Biz hâlâ yaşıyorsak, hâlâ yazabiliyorsak, demek ki bir şeyler değişmeli.
Çünkü bu milletin alnındaki ter hâlâ silinmedi!
Ve unutma:
Bir gün yine gülecek bu topraklar,
çünkü kaderin de sabrı bir yere kadar…

 

 Uzun Ömürlü Olmak Bizim Suçumuz Mu?

Sabahın yedisinde yola çıktım…

Üç vasıta değiştirdim, üniversite hastanesine vardım.
Kan verdim, idrar verdim. İstanbul trafiği ayrı dert, milletin hali ayrı yara!
Ama asıl yorgunluk; bu ülkenin emeklisine yapılan haksızlık, duyarsızlık, vefasızlık...

Sosyal medyada konuşuyorlar:
“Enflasyonun sebebi emekliler!”
Biri çıkıyor, “Sebep ölmüyorlar!” diyor.
Pes vallahi!
Uzun ömürlü olmak bizim suçumuz mu kardeşim?
Yüce Rabbim o fırsatı yaşam olarak bize sunuyor, size ne oluyor?

Bir düşünün…
Bir insan ömrünün 25-30 yılını alın teriyle geçiriyor.
Kimi kömür ocağında, yerin metrelerce altında; kimi tezgâh başında, kimi özgürlüğünü vererek çalışıyor.
Gün geliyor, yaşını dolduruyor, primini tamamlıyor…
Ama emekli olduğunda “yük” gibi görülüyor!

Verdikleri üç kuruş emekli maaşıyla pazara gidiyorsun,
boş fileyle geri dönüyorsun!
Bir çay ocağında iki çay içtim, 60 lira!
Soruyorum: 20 bin lira maaşla ne yapacaksın?
Ev kirasını mı ödeyeceksin,
gıdanı mı alacaksın,
elektrik, doğalgaz, telefon parasını mı vereceksin?
Bunların hepsini yapabilmen için sihirbaz olman lazım!

Ama biz sihirbaz değiliz…
Biz bu ülkenin alın teriyiz, emeğiyiz, vicdanıyız!
Bugün hâlâ nefes alabiliyorsak, bu topraklara bir dua, bir emek bıraktığımız içindir.

Ve unutmayın;
Yaşamak suç değil, yaşatmak görevimizdir!

Sağlıklı kalın…